Sahnede hayran oldukları oyunculardan biri olan Jack Nicholson tüm görkemiyle sunuculuk yapıyor.
“Şimdi ben böyle sahnede tek başıma dikilmişken Oscar’ın en önemli ödüllerinden biri olan En İyi Film kategorisini alışılmışın aksine neden yalnız başıma sunduğumu düşünüyorsunuz. Belki söz konusu olan benim gibi ne diyeceği belli olmayan bir adam olunca yapımcılar böyle uygun görmüşlerdir. (Salonda gülüşmeler) Hayır, yalnız değilim. Şimdi Beyaz Saray’a bağlanıyoruz..”
Amerika’nın First Lady’si Michelle Obama ödül töreninin dev ekranını tüm ihtişamıyla doldurup film endüstrisinin dünyayı dönüştürme gücünden bahsederken, Zeynep ve Alex’in Kuşadası’ndaki çekimler için günlerdir konakladıkları bu küçük otel odasında saniyeler geçmek bilmiyor. Zamanın göreceliğinin hepimizi şaşırttığı anlardan biri daha..
Söyledikleriyle dünyayı değiştirebilecek bu iki muhteşem insan onların yaptıkları işten övgüyle bahsederken, Zeynep duyduklarını sindiremeyecek kadar heyecanlı. Aklında tek bir soru var: Ödülü aldık mı?
Yürüyor, oturuyor, kalkıyor, ekrana bakıyor, bakamıyor.. O bir kaç dakika içerisinde, olduğu yerde duramamak deyiminin tüm Türkçe karşılıklarının hakkını veriyor. Ekrana kilitlenip dünyayı unutmuş Alex’e göz ucuyla bakıyor. Eşi her zamanki gibi serinkanlı görünüyor ama bir elini yumruk yapıp dudaklarının üzerine koyduğuna göre belli ki bir hayli heyecanlı, diye düşünüyor Zeynep.
Ve tam o sırada otel odasındaki mütevazi televizyonun ekranında devasa puntolarla ARGO yazısı beliriyor ve Ben Affleck sahneye çıkıyor. Alex mutlulukla yerinden fırlıyor, Zeynep’in çalışmaktan kırmızıya çalmış kahverengi gözlerinden gururlu gözyaşları akıyor. Birbirlerine sımsıkı sarılırken Ben Affleck’in sesi odada yankılanıyor: “Bu filmin yapımında emeği geçen herkese, İran’daki zorlu şartları canlandırmamıza destek olan dostlarımıza, aileme … çok teşekkür ediyorum.”
Ödül töreninden bir kaç gün sonra Ben Affleck kişisel bir e posta ile, Türkiye’de çekilen sahnelerin usta yapımcıları olan Zeynep ve Alex’e teşekkür ediyor.
Zeynep ve Alex için bu ödülün ve teşekkürün anlamı büyük bir motivasyonla devam etmek demekti!
Hayallerine doğru yürümeye devam etmek, bu ülkeyi, insanlarını ve mozaik dokulu kültürünü dünyaya tanıtmaya devam etmek, yabancı filmlerin Türkiye’de çekilmesini sağlamak için Hollywood ve Avrupa’daki yapımcıları binbir zorlukla ikna etmeye devam etmek, gençlere sinema endüstrisinin inceliklerini anlatmaya ve istihdam sağlamaya devam etmek…
Oscar Ödülü Gecesinden 17 Yıl Önce..
“Bak dediğim gibi Zeynep, bu asistanlık işini ciddiye al kızım. Orada bir sürü İngiliz’in arasında sen bu ülkeyi temsil ediyorsun. Ne kadar çalışkan olduğumuzu göster onlara..”
Atatürk Kültür Merkezi’nin önünde Zeynep’i Adapazarı’ndaki dizi setine götürecek otobüsü beklerken babası Bora Bey kaşla göz arası nasihatlarını sıralıyordu.
Dalgıç olacağım diye tutturmuş 19 yaşındaki deli dolu kızları bir İngiliz dizisinin çekim ekibinde stajyer asistan olacağını söylediğinde eşiyle birlikte bu fikrin üzerine atlamışlardı. Yaz tatilinde su altı arkeolojisinin derinliklerinde kaybolacağına uluslararası bir dizi setinde asistan olsundu. Hem Zeynep üniversitede Sanat Tarihi okuyordu, bu bölümü bile isteye tercih etmişti, sanatın geri dönülemez havasını içine çekip okulunun hakkını versindi.
Otobüs Adapazarı’na doğru ilerlerken Zeynep o dönemin ünlü İngiliz dizisi Sharpe’ın setinde bazı ayak işleri yapacağını düşünüyordu. İyi ki okuldan bir arkadaşı onu çağırmıştı. Daha önce sinema mutfağını hiç görmemişti, onun için eğlenceli olacağı kesindi. Yaz sonu eve dönecek, okul başlayacak ve dalgıç olma hayali kaldığı yerden devam edecekti.
Hayatın biz planlar yaparken arkamızdan işler çevirdiğini diğer Haddini Aş hikayelerimizden artık biliyoruz. Nitekim Zeynep çocuksu bir merakla sadece keşfetmek için gittiği bu yoldan zihninde yepyeni bir amaçla dönecekti.
Sharpe’ın akla hayale sığmayan devasa çekim setinin havasını solumak, Adapazarı’ndaki kısır bir ovanın usta sanatçı dokunuşlarıyla muazzam bir savaş meydanına dönüşebildiğini görmek, setteki yüzlerce insanın aynı amaç ve heves için koşturmasına tanık olmak, kostümünden müziğine film izlerken daha önce hiç düşünmediği detayların ne denli büyük emeklerle hazırlandığını fark etmek.. Tüm bunlar Zeynep’i büyülemiş ve ömrünün bundan sonrasında ait olması gereken yeri ona katıksız göstermişti.
Bu görkemli dünyanın içinde uyandırdığı coşku yetmezmiş gibi bir de sette tanışıp yeteneklerine hayran kaldığı prodüksiyondan sorumlu yöneticilerden biri olan Alex’e aşık olmuştu.
İspanyol bir annenin İskoç bir film yapımcısına gönlünü kaptırıp evlenmesiyle iki kültürlü bir yaşama doğan Alex sinema konusunda becerikli ve tutkulu, uzun zamandır bu işin içinde olduğu için deneyimli ve kültürler arası farklılıkları ustaca yönetebilen etkileyici bir adamdı.
İkisi Sharpe’ın o büyüleyici atmosferinde tanıştıktan kısa bir süre sonra sevgili olmuşlardı.
Belli ki sinema endüstrisi Zeynep’i eteklerinden çekiştirip yürümesi gereken yola iterken, hayat da onu bu yolda tutmak için tüm hazırlığı yapmıştı.
Biz Bu Kenti Bir Stüdyoya Çevirebilir miyiz Acaba?
Henüz biri 19 diğeri ise 24 yaşında son derece hareketli yaşamlara sahip iki sanatçı ruhun uzun mesafeli bir ilişkiyi yürütmesi zor mu dediniz? Üzerine bir de 90’lı yılların iletişimsizlik sıkıntısını da ekleyin, derim. Ancak her ikisi de bundan sonraki yıllarında karşılaşacakları bir çok farklı zorluğa birlikte göğüs gerekeceklerini biliyorlarmış gibi, ayrı yaşamlara sahip olmanın zorluklarını yok sayarak sımsıkı tutunmuşlardı birbirlerine.
Kalbinde biri sinema diğeri Alex olmak üzere iki aşk büyüten Zeynep üniversite yıllarının geri kalanını sinema ve dizi dünyasının içinde çok çeşitli işlerde çalışarak geçirdi. Kimi zaman senaryo gereği yıllanmış görünmesi gereken yığınla ayakkabı eskitti, kimi zaman oyunculara su taşıdı, kimi zaman çeviri yaptı, kimi zaman makyaj.. Yapımda emeği olan her departmanının havasını ayrı ayrı içine çekerken onu sinema konusunda yüreklendiren Alex’in manevi varlığı hep yanındaydı.
Uzunca bir süre ayrı kaldıktan sonra Alex bir süreliğine İstanbul’da kalmaya karar vererek Galata’da bir kaç aylığına bir ev kiraladı. İşte o aylarda Alex bu kentin muazzam insan dokusuna, her türlü kültürü kucaklayan coğrafyasına, şiir gibi incelikle dokunmuş mimari yapılarına, sokak aralarına, kentin canlılığına, sokak satıcılarına, ekmek arası olta uskumrunun lezzetine hayran kaldı. Burası makyajsız saf görünüşüyle bile bir film setinin ta kendisiydi.
Neden uluslarası yapımcılar film çekmek için burayı tercih etmesinlerdi? Zeyneple birlikte bu kenti baştan başa bir stüdyoya dönüştürebilirlerdi. Zeynep zaten çocukluğundan beri “Türk kadının gücünü temsil et kızım” cümlesiyle büyümüştü ve Türkiye’yi dünyaya daha fazla tanıtma fikri onu çok heyecanlandırıyordu.
90’lı yılların sonlarında birlikte kurdukları bu hayalin ilk tohumlarını yüreklerine serpiştirdiler. O tohumlar 2000’li yıllarda büyüyecek ve önce İstanbul’u sonra tüm ülkeyi verimli bir film platosuna dönüştürecekti.
Ayrıca bakınız; Haddini Aş Hikayaleri 68: Sylvester Stallone
BBC’de Bir Türk
Bir hayalin ilk kez akla düşmesiyle fiilen gerçekleşmesi arasında geçen süreye deneyim biriktirme, öğrenme ve hazırlık süresi diyoruz. Zeynep ve Alex’in hayallerini gerçek kılarak Türkiye’de AZ Celtic Films’i kurana dek geçen deneyim biriktirme (hazırlık) süresi 10 yıl sürdü.
2001’de evlenerek Londra’ya yerleşip orada çalışmaya başladıklarında bir gün Türkiye’ye geri döneceklerini içten içe biliyorlardı. Alex’in Londra’da hali hazırda kurulu bir prodüksiyon şirketi vardı ve oldukça yoğun çalışıyordu. Zeynep de ona katılınca İspanya, Hindistan, Nijerya gibi bambaşka coğrafyalarda çekilen bir çok İngiliz yapımına imza atmaya başladılar.
Zeynep yeni bir ülkede, yeni bir kimlikle, yeni bir yaşam kurmanın insanı son derece atıl kılabilecek zorluklarını elinin tersiyle itecek kadar tutkulu ve haddini aşmaya kararlıydı. Kendisini çalışarak, üreterek ve sanatın içinde yoğrularak ifade ediyordu. Alex ile ortak yürüttüğü film projelerinin yanı sıra BBC ile anlaşmayı başarmış, bir çok BBC belgeselinin yapımında aktif roller almıştı.
Bir süre sonra İspanya’da çekilen İngiliz dizilerinin yoğunluğu sebebiyle Alex ile İspanya’da yaşamaya başlamış olsalar da Zeynep’in sanat tarihine vurgun ruhuyla yer aldığı BBC belgeselleri onun dünyasında önemle var olmaya devam edecekti.
Üçüzler Doğuyor!
Zeynep İspanya’daki yaşamını ve oradaki Akdeniz canlılığını seviyordu ancak bu ülke Türkiye’ye benzerliğiyle aynı zamanda içindeki memleket özlemini de perçinlemişti. İspanya’da geçen yabancı filmlerin üretiminde yer almak keyifliydi, ama asıl derdi yıllar önce kurdukları hayali gerçekleştirerek Türkiye’yi dünyaya göstermekti.
Türkiye’ye geri dönme fikri tüm hayatı ters yüz etmek, kurulu düzenlerini, alışkanlıklarını ve dahası git gide parlayan kariyerlerini yıkmak demekti. Ama yıllar önce birlikte kurdukları hayal ilk tazeliğiyle onlara göz kırparken bunu denemeleri gerekiyordu ve böylece 2009’da İstanbul’a kesin dönüş yaptılar.
Zeynep ve Alex için 2010 yılının anlamı doğum sancılarıydı. Türkiye’de açacakları prodüksiyon şirketini birlikte doğurmaya çalışırlarken bir taraftan ikiz bebeklerinin gelişiyle hayatın akışı iyice hızlanacaktı. Ve aynı yıl hem AZ Celtic Films’i hem de ikiz oğullarını dünyaya getirerek üçüz doğumu göze almak yalnızca haddini aşanların cesaret edebileceği bir şeydi şüphesiz.
AZ Celtic Films doğar doğmaz, çiftimizin İngiliz TV / Flm sektöründeki dostları ve o dönemin kült filmlerinden Tinker Tailor Soldier Spy’ın yapımcılarından Robyn Slovo’nun desteğiyle bu yıldızlar geçidi filmin önemli sahnelerini İstanbul’a getirmeyi başardı. İstanbul’a Tom Hardy, Colin Firth, Mark Strong gibi dünya yıldızları yağıyordu. Film o yıl 3 dalda Oscar adayı olduğunda tüm dünyanın ilgisini üzerine çekmiş ve bambaşka ülkelerden bir çok izleyiciyi İstanbul sokaklarıyla tanıştırmıştı.
1970’lerin İstanbul’unu tüm ruhuyla yansıtan sahneler o kadar başarılı oldu ki AZ Celtic Films bir anda Hollywood’un gündemine oturdu. Türkiye’de yapım dünyasına böylesine muhteşem bir işle girmiş olmak Zeynep ve Alex için şüphesiz paha biçilmez bir mutluluktu.
Oscar Töreninden İki Yıl Önce
Uluslararası film yapımcılarının bir anda radarına giren AZ Celtic Films ile görüşmek için Türkiye'ye gelen Argo’nun yapımcıları ilk başta senaryodaki Tahran Kapalı Çarşısı'nı çekecekleri bir ülke arayışındaydılar ve İstanbul'a geldiklerinde filmin Türkiye'de çekilme olasılığı oldukça düşüktü.
Filmin yapımcısı daha önce Fas’ta Inception’ı çektiği için orayı çok iyi tanıyor ve Türkiye’de işlerin bürokratik engellere takılıp zorlaşacağına inanıyordu. Ancak Zeynep ve Alex filmin İstanbul’da çekilmesi için öylesine kararlı ve istekliydiler ki; yapımcılar Ürdün, Fas, Bulgaristan ile görüştükten sonra jest olsun diye filmin Londra sahnesini İstanbul’a taşımaya karar verdiler. Sadece Tahran Kapalı Çarşı'yı çekecekken çiftimiz o sahnede tüm ustalıklarını gösterip Argo ekibini büyüleyince, senaryodaki Amerikan Elçiliği, Kanada Konsolosluğu, halı fabrkası gibi sahneler de İstanbul’a taşındı.
AZ Celtic ekibi bu işin altından alnının akıyla çıkabilmek için gecesini gündüzüne katarak çalışacaktı. Gerçek bir İranlı gibi görünebilmek için 6 ay önceden saçını sakalını uzatan 5000’e yakın figüran mı dersiniz, filmdeki ayaklanma sahnesini canlandıracak 1500 kişiyi Bakırköy’deki bir düğün salonuna kapatıp Farsça bağırma provası mı dersiniz, 400’e yakın esnafla anlaşıp, dükkanların tabelalarına kadar Farsça’ya döndürülmesi ve Tahran’ın kapalı çarşısına dönüştürülmesi mi dersiniz.. Ayrıca Ayasofya'nın ışığının daha güzel görünebilmesi için içerisinde bulunan avizelerdeki 4000 ampulü değiştirip Türkiye'ye hediye eden Ben Affleck'i de unutmamak lazım.. Bugün hala turist rehberleri gelen konuklara bu hikayeyi gururla anlatıyor.
Bir film izlerken pek de kamera arkasını sorgulamadığımız nice sahnenin canlandırılması için 1 yıl boyunca sarf edilen emeğin karşılığında, filmin tam 3 dalda Oscar’ı kucaklaması Zeynep ve Alex’in o günden tam 17 yıl önce kurmuş olduğu hayallerin ötesine geçmişti.
İşte o gün Kuşadası’ndaki otel odasında töreni izlerken yaşadıkları haklı gurur ve başarının müthiş doyurucu hazzı, hadlerini aşarak yollarına azimle devam etmeleri için onlara büyük cesaret verecekti.
Muhafız ve Atiye ile Dünyaya Açıldık
Zeynep ve Alex; Argo sonrası yine çok başarılı bulunan The Two Faces of January, Guy Ritchie’nin çekimlerini pandemi dönemi Antalya’da yaptıkları ve henüz gösterime girmemiş filmi Operation Fortune, bir çok dizi ve belgesele Türkiye’nin çeşitli yerlerinde ev sahipliği yaptılar.
Alex daha sonra İspanya'da çekilecek yüksek bütçeli bir Hollywood projesini reddedip, orijinal Netflix yapımı, ülkemizi destansı bir görsel şölene dönüştürüp dünyaya potansiyelimizi gösterdiğimiz ilk Türk dizileri olan Muhafız ve Atiye’nin yapımcılığını üstlendi.
İnsanın çok istediği bir şeye kavuşabilmesi için tüm yolu tırnaklarıyla kazıdığı bir yolculuk onlarınki. Yazması ve okuması kolay, yaşaması zor bir yolculuk.
Bakanlığından esnafına, makyözünden figüranına, dünya devi oyunculardan haftada 30.000 tabak yemek çıkaran setin aşçısına kadar binbir farklı beklentideki insanı ustalıkla yönetmeleri gereken devasa bir proje yönetimi.
Onlarla konuşunca Türkiye’deki beyin göçünün bize ne denli derin yaralar açtığını düşündüm. Şüphesiz ki Zeynep ve Alex gibi bu ülke için bir çok şey yapabilecek değerli yetenekleri kaybediyoruz.
Onlarla konuşunca buralarda da hala güzel bir şeyler oluyor diye umutlandım.
Onlarla konuşunca sinema sektörünü baştan uca öğretip geliştirdikleri ve sektöre kazandırdıkları yüzlerce genç adına gururlandım.
Onlarla konuştuğumda 25 yıldır bu işi yapmalarına rağmen hala ilk günkü tutku ve heyecanlarını taşıdıklarını hayranlıkla fark ettim.
Onlarla konuşunca çok sevgili üstat Zülfü Livaneli’nin şarkıya da dönüştürdüğü muhteşem şiiri geldi oturdu aklıma. O günden beri dilimde:
Dünyayı güzellik kurtaracak,
Bir insanı sevmekle başlayacak her şey..
Pınar Özkent, 24 Ekim 2021, İstanbul
Pınar hanım, haddini aşan bir tutkulu sinemacı bir çiftin hikayesi ancak bu kadar güzel anlaşılabilirdi.
Hikaye o kadar güzel anlatılmış ki o yıllara giderek sanki hikaye yi yaşadım.
Emeğinize sağlık.👏👏👏